|
|
|
|
Masallar |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
TİMSAH KIKI İLE HACER |
Timsah Kıkı, Nil Nehri’nin kıyısında dinlenirken, duyduğu çığlıklarla yerinden fırladı. Hemen bir kayanın üstüne çıkıp etrafına bakındı. Bir çocuk akıntıya kapılmış sürüklenirken, karşı kıyıda insanlar koşarak çocuğu izliyordu. Şimşek hızıyla suya dalan Kıkı’nın gözüne son anda insanların birkaç kayıkla açılmakta oldukları takıldı. “ Onlar asla çocuğa yetişemezler “ diye düşündü. “ Çocuğu iyice yüzme öğrenmeden tek başına bırakmak yanlıştır. Eğer bırakırsan su onu yutar. “ Kıkı az sonra çocuğa yetişti ve kocaman ağzını açıp hızla kapadı. Ancak çocuğa zarar vermemiş, sadece gömleğinin yakasından yakalamıştı. Geriye döndü, üç tane kayık geliyordu. Sevindi Kıkı çocuğu kurtarmıştı. Korku dolu gözlerle bakan çocuğa göz kırptı. “ Benim adım Kıkı, dedi, ya seninki? “ Çocuk gülümsedi: “ Benim adımda Hacer, dedi. Sağol Kıkı, hayatımı kurtardın. Sana bir can borçluyum. “
“ Hayır, Hacer, dedi Kıkı, bana can borcun yok. Ben senin hayatını kurtardım, bu doğru ancak karşılık beklemeden yaptım bunu. Borçlu falan da değilsin bana. Ben dünya tatlısı Kıkı’yım, yüreğim sevgiyle çarpar benim, kimse için kötülük düşünmem ben..” Kıkı’nın konuşması yarıda kaldı, çünkü kalın bir sopa olanca hızıyla başına indi. Kayıklar sonunda yetişmiş ve kayıktakiler kötülük saçıyordu. Sopalar birbiri ardınca başına indikçe gözü döndü. Bana reva mı bu, diye düşündü. Yıllar önce annesinin anlattığı bir hikaye aklına geldi. Bu hikayede, bir ahtapot iki insanı mutlak bir ölümden kurtarıyor, fakat insanlar, ahtapotun başına ödül koyuyorlardı. Ahtapot, onları yanlışlarıyla baş başa bıraktıktan sonra hedefine ulaşıyor ve denize geri dönüyordu. Şimdi Kıkı’nın yapacağı en doğru iş, onları yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve Hacer’i sağ-salim kıyıya ulaştırmaktı. Kıkı, aynen öyle yaptı. Sert bir kuyruk darbesiyle kayıkların arasından sıyrılıp himayesindeki insan evladının kumsala ayak basmasını sağladıktan sonra, gözlerindeki iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışarak geri döndü. Amacı olabildiğince uzaklara gidip, bu olayı unutmaktı. Beyinlerinden zeka fışkıran ve en akıllı yaratıklar olduğu iddia edilen insanlar bunlar mıydı? İnsanlar, kim bilir ne yanlışlıklar, ne hatalar yapıyorlar da bunları birbirlerine doğrusu budur diye yutturuyorlar mıydı?
Nil Nehri’nin sularına dalarken adının ünlendiğini duyar gibi oldu, Kıkı. Sanki biri “ Kıkı…” diye bağırıyormuş gibi geldi. Kıkı, bu çağrıyı duymamazlıktan gelmedi. Derinlerden döndü, yüzeye çıktı. Bağıran Hacer’di. Hacer el ediyor, Kıkı, gel buraya, diye bağırıyordu. Öfkesini dindirmek için biraz su yuttu. O, hep böyle yapardı; öfkelendiği zaman biraz su yutar, öfkesini dindirirdi. Su genzine mi kaçmıştı ne, öksürdü Kıkı, hem üç-dört kez öksürdü. Boğazını temizledi ve usulca yüzerek Hacer’in yanına geldi. Hacer, dizlerinin üstüne çöküp, Kıkı’nın boynuna sarıldıktan sonra şunları söyledi: “ Canım Kıkı, sen iyi kalpli, temiz yürekli bir timsahsın. İyilik yapayım derken, kötülük buldun, ama her iyilik yapan kötülük bulmaz. Belki şu an için insanların hepsinin kötü olduğunu düşünüyorsun, gerçekte kötü insanlar var ama iyi insanlar pek çok be Kıkı, iyi insanlar pek çok. İşte bu iyi insanlardan biri de benim. Ben göğsümü gere gere iyi bir insan olduğumu söylüyorsam, bu durum benim iyi bir insan olduğumun işaretidir ve sen benim iyi bir insan olduğuma inanmak zorundasın. “
Hacer sözlerini aniden kesmişti, bunun bir sebebi olmalıydı. Kıkı hızla geriye döndü. Kayıklar geliyordu. Hacer koşarak kayıkların önüne çıktı. “ Durun, gelmeyin, geri dönün “ diye bağırmaya başladı. Boşuna, herşey boşunaydı. Tüfekli, sopalı, bıçaklı adamlar kayıklardan indiler. “ Durun, Kıkı benim hayatımı kurtardı. Kimseye zararı yok onun, ona zarar vermeyin. İyi yürekli bir timsah o, kendi halinde, kimse için kötülük düşünmüyor. Bırakın gitsin, size ne yaptı ki? Neden onu öldürmek istiyorsunuz? “ diyerek feryat eden Hacer’in yüzüne gelen sert bir tokat onu yere düşürdü. Elinin tersiyle yüzünü silen Hacer; adamın vurduğu yerin kanadığını görünce son bir gayretle kanlı elini Kıkı’ya doğru uzatarak bağırdı ve bayıldı: “ Parçala onları Kıkı, parçala..”
“ Olmasaydı iyi olurdu ama Hacer’in olacakları görmemesi daha iyi oldu. Ne kadar istesek de bazı kötü olayların önüne geçemiyoruz. Ben iyi bir timsahım ama kötülerle bir olma durumuyla karşı karşıya bırakılıyorum. Şu andan itibaren hala iyi düşünceler içinde olmaya devam edersem bu adamlar beni keserler. “ Timsah Kıkı, rakipleriyle istediği yerde, istediği zamanda dövüşmekte kararlıydı. Gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı. Amacı adamları toprağa çekmekti. Toprak üstünde durunca ayakları daha rahat hareket ediyordu. Seri dönüşler yapıyordu. O zaman uzun kuyruğu çok önemli bir silah haline geliyordu. Kıkı, canını kurtarmak için kuyruğunu kullanacaktı.
Kıkı, kayalıklar arasında dar bir yer bulup geri döndüğünde bir tüfeğin üstüne çevrildiğini fark etti. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından sol gözü karardı, sol gözü görmez oldu. Sağ ön ayağıyla sağ gözünü kapatıp, ileri atıldı. Silahlar birbiri peşi sıra patlıyor, kurşunlar Kıkı’nın sert derisi üstünden sekiyordu. Bu arada Kıkı’nın kuyruğu akıl almaz bir hızla çevresine dehşet saçıyor, vurduğunu deviriyordu. Kıkı yediği onca sopadan, onca bıçak darbesinden sonra geriye gövdesinden ne kalırsa, Nil Nehri’ne ulaştırmak istiyordu. Sonunda Kıkı, Nil Nehri’ne ulaştı ve derinlere daldı. Aradan aylar geçti. Kıkı’nın sol gözü görmeye başladı. Kurşun göze girmemiş, yan taraftaki deriyi parçalamıştı. Yara iyileşince göz görmeye başlamıştı.
Bir kötü olayla karşılaştı diye Kıkı yaşam çizgisini değiştirmedi. Tutturduğu doğru yoldan sapmadı. İyilik, onun temel prensibiydi. Tüm canlı varlıkları seviyordu, çünkü Kıkı’nın kendine saygısı vardı. Kendine saygısı olmayanın başkalarına da saygısı olmazdı. Onlar sorumsuz bir yaşam sürerlerdi yani bedavaya yaşarlardı. Borç alır ödemezler, küfürlü konuşurlar, kalp kırarlar, düşünmeden hareket ederler, günahsız birine durup dururken vururlar, başkalarını kötülerler ve dedikodu yaparlardı. Söyler misiniz bana, bunları hangi kitap doğrular?
Yazan: Serdar Yıldırım
KAMYON |
Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu. Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakaların altında elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:
"İleri!.. Geri!.. Yana!.." diye işaretleri veriyor, bir taraftan da soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu. Uzaktan doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya başladılar. Ara sıra duyulan "Buğday, veresiye defteri, şinik, sekiz metre kara di mi..." gibi sözlerden, İzmir'e giden manifaturacının oğluna dükkan idaresi ve köylülerle veresiye muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği anlaşılıyordu. İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle bir başını çevirip:
"Dur azıcık... patlamadın a!.." diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlanan varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.
Bu sırada, sırtındaki eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile yaklıştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:
"İzmir'e mi?" diye sordu.
"Oraya!.."
"Beni de alır mısınız?"
"Yer yok!.."
Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı. Fakat şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi arkasından bağırdı:
"Gel buraya! Hey... Delikanlı!.."
Köylü döndü. Esmer, uzun boylu bir adam şoföre:
"Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışır!.." dedi.
Bu adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü buruşturarak indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra, arabanın arka kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çulları seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; "olmaz, buraya nasıl sığar!" diye söyleniyorlar, hem de her setre pantolonlunun emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı. Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.
Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir tarafına dava toplamaya giden bir avukat,- başını arkaya çevirerek! "Uğurlar olsun cümlemize!" diye bağırdı. İçerdekiler hepsi birden aynı sözü tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa koyuldu, birkaç kişi yalnız cıgara içip dumanını savuruyordu. Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.
Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu. Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir şeyden geliyordu.
Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzmir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför yolcuları selâmetlemeden evvel nedense yol parasının üstünü toplamak âdetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında beş parası bile yoktu.
Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine yenisi konmayınca oğul babasını bir kenara çekmiş:
"Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak, köyün yarısı gitti, İzmir'de çok iş varmış. Fabrikalarda adamına göre yarım lire yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada çalışırım...! demişti. İhtiyar babasının aklı ermedi ve fakirlikten söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki dedi. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip gelenlerden akıl danışmaya gitti.
İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı. Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu. Yol parası beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri bulup ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.
Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı. Fakat evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı. Beş lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde iken bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı. Kendisine akıl öğretti:
"Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?.." dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave etti:
"Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik de don gömlekten gayri neyin varsa alırlar..."
İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebinden elli kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu.
Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri açtı. Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti. Yanıbaşında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu. İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona arasıra açlığını unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu. İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı nasıl yolu bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O zaman candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka çare yoktu...
Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasından atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu. Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu. Bu ara toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından, bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu, Beyşehir'den inen siyah ceketinden fırlayan sıska ensesi geçiyordu.
Arasıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zaptemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden fırlıyor, "acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?" diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve atlamak için katî kararını veriyordu. Fakat nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine, alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarında oturan efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.
Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motorun hafifleyen gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:
"Haydi beyler!" dedi.
Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.
Sabahattin Ali /Kağnı-Ses, Cem Yayınevi |
KARDA KAYBOLAN KENT |
O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı.
"Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı.
İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu. Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsa da, çoraplarının içine kar suyu sızsa da, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı. Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.
Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi Sinyor Viligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor," dedi, "yani sana". Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü.
Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.
Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak Belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.
Sigismondo geriye dönünce ne görsün? Yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.
"Bana baksana! Sen mi atıyorsun bu karı?"
"Ne? Neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi:
"Belki, evet."
"Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana."
"Ama kaldırımı temizliyorum ben."
"Ben de sokağı."
"Nereye atayım peki?"
"Belediyede misin sen de?
"Yo. Sbav firmasındayım."
Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, Marcovaldo'da onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular.
"Yarım sigaran var mı?" diye sordu Sigismondo.
İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü. "Ne oldu? Kar mı başladı?" Gözlerini gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.
Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent.
Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı Kommendatore Alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, Bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, Marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken Marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.
Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan Kommendatore Alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.
Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.
Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.
"Burnu eksik!" dedi içlerinden biri.
"Ne koyalım oraya? Havuç!" Hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.
Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. "Karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor."
Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: "Hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" Dam temizleyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.
Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. "A, bir kardan adam daha yapmışlar!" Avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı.
"İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar.
Diriden çok ölü gibi olan Marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.
"Anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı.
En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.
Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. "İmdat! Canlı! Canlı!" Çocuklar kaçıştılar.
Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu. Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir Marcovaldo çıktı ortaya.
Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi "Haaaap..." yaptı, "...şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın yer değiştirmesi nedeniyle Marcovaldo duvara çarptı.
Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.
Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi.
Yazan: Italo Calvino
Türkçesi: Rekin Teksoy
Can yayınları,1991 |
MAHALLEYİ CİNLER BASTI |
Bu gün babam elinde bir karton kutu ile geldi. Kutunun içinde, on tane sarı tüylü civciv vardı. Çok şirin şeylerdi. Bizim köydeki, Gerze tavuğun civcivlerine hiç benzemiyorlardı. Bunların incecik tüyleri, sarı sarıydı. Annem de civcivleri görünce çok sevindi. Hemen bir parça bulgur ıslattı. Bir süre sonra yumuşayan bulgurları, bir gazete kağıdının üstüne yaydı. Götürüp civcivlerin önüne bıraktı. Civcivlerin içlerinde biri vardı ki, biraz daha iriceydi. O hemen bulgur tanelerini kıtlamaya başladı. Öteki civcivler de, ona bakarak aynısını yaptılar.
Artık, sabah akşam civcivlerle ilgilenmeye başladım. Okuldan geldikten sonra, bahçeden gezinen, sekiz beyaz yaratığı izler, onları yanıma çağırır; yem verirdim. Küçükken en iri olanı, arada sırada omzuma uçarak konardı. Omzumda şişinir, çok büyük bir iş başarmış; birinin edasıyla öteki civcivlere bakardı. Kimi zaman da sırayla elime alır, ağzıma aldığım ekmek parçalarını kıtlatırdım. Bir ay sonra sekiz tanesinin erkek olduğu ortaya çıktı. İki tanesini, Gülsüm teyzelerin kedisi kaçırmıştı. Kedi kaçırmasaydı, belki onlar da şimdi burada olurlardı.
Civcivlerimin artık ibikleri, kuyruklarının telekleri, belirginleşmişti. Cinsiyetleri belliydi. Evimizin küçük bahçesindeki ağaçların arasına, babam bir sırık çakmıştı. Ben ağacın dibine oturunca, horozlarım da gelir sırayla sırığın üstüne tünerlerdi.
Her gün eve geldiğimde, tüneğin üstünde bana doğru uçarak, çeşitli hareketler yapıyor, etrafımda döner dururlardı.
Bir gün tanımadığım bir amca, bahçemizin kapısını açıp, içeri girmek istedi. Adamın kapıyı açmasıyla, horozlarımın uçarak adama, saldırmaları bir oldu. Adam neye uğradığını şaşırdı. Gerisin geri bahçe kapısını çekerek, sokakta bağırarak kaçmaya başladı.
“Mahalleyi cinler bastı, “ diye, bas bas bağırıyordu.
Hem kaçıyor, hem de geriye dönüp bizim eve bakıyordu.
Gürültüyle annem çıktı dışarıya. Olanı biteni öğrendikten sonra, gülerek içeri girdi. Gelen adam dilenciymiş. Bahçeye geri döndüğümde, sekizi de sırığın üstünde hazır bekliyorlardı. Beni gördüklerinde boyunlarını ileri uzatarak kimi sesler çıkardılar.
Annem:
“ Ne yaptınız o adama öyle!..” dediğinde, sanki annemin dediklerini anlıyorlardı. Sekizi birden kafalarını yana eğip kanatlarını hafiften oynattılar.
Annem horozlarımı öyle görünce:
“Bak oğlum hiç aklından çıkarma, evin hayvanları evin insanlarını tanırlar. Yabancıları da daha iyi tanırlar. Eğer eve gelen bir yabancının, kötü niyeti varsa, hayvanlar bunu sezer. Senin horozların adamın kötü niyetli olduğunu sezdikleri için, eve bırakmak istemediler,” diyerek, getirip horozların önüne bir sürü yem serpti. Oysa daha yem zamanı değildi. Eskiden olsaydı hemen üşüşürlerdi yemin üstüne. Nedense bu sefer hiç de acele etmediler. Demek ki henüz acıkmamışlardır , diye, düşündüm... ama annemin:
“De haydin nazlanmayın,” sözüyle kaşla göz arasında, saldırdılar buğday tanelerine...
O günden sonra mahalledeki çocuklar gelip, bizim bahçe kapısını açıp, kafalarını içeriye doğru uzatınca, sekiz horozun sekizi birden, uçarak bahçe duvarına konar, kaçışan çocuklara bakarlardı.
Taki Akkuş
SİHİRLİ SÖZ |
Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:
"İmdat! Yardım edecek kimse yok mu?"
Sesi duyan tavşan, koşarak gelmiş. Küçük tayın zor durumda olduğunu görünce, ona yardım etmek istemiş. Ama yüzme bilmediğinden, göle girmeye korkmuş.
"Göle eğilip tüm gücümle seni karaya çekeceğim. Biraz uğraşırsam başarırım sanırım" demiş.
Tavşanın yardım edecek olması tayı çok mutlu etmiş. Tavşan uğraşmış ama başaramamış. Sesleri duyan alabalık gelerek, onlara yardım etmek istemiş. Ama karaya, tavşanın yanına çıkmaya çekinmiş. Çünkü ancak suda yaşayabiliyormuş:
"Ben de sana gölden destek vereyim. Böylece başarabiliriz" demiş.
Tavşan ve alabalığın uğraşmaları yine de bir sonuç vermemiş.
"Ben kuğuyu çağıracağım" demiş alabalık. "O çok güçlüdür."
"Çağırırsan gelir mi?" diye sormuş küçük tay.
"O çok yardımseverdir. Mutlaka gelir" diyerek göle dalmış ve gözden kaybolmuş.
Çok geçmeden yanında kuğu ile dönmüş. Gerçekten de kuğu tavşana ve alabalığa göre büyük ve güçlü görünüyormuş. O da tayın sağ tarafına geçmiş ve tayı karaya çıkarmak için bir süre uğraşmışlar beraberce. Ama çabaları yine de sonuç vermemiş.
Bu sırada uçmakta olan güvercin ne yaptıklarını merak edip bir süre onları izlemiş:
"Arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorsunuz?"
Zaten çok yorulmuş olan tavşan, alabalık ve kuğu bu soruya sinirlenmişler. Tay ise artık umudunu iyice kaybetmiş bir şekilde, güvercine cevap vermiş:
"Su içerken ayağım takıldı, göle düştüm. Kuğu, tavşan ve alabalık da beni kurtarmaya çalışıyorlar."
"Ama böyle kurtaramazlar ki seni" demiş güvercin.
"Çok bilmiş seni. Ya nasıl kurtaracağız?" diye söylenmiş tavşan.
"Benim yardımımla" demiş güvercin.
"O nasıl olacak, sen de bizimle beraber itecek misin?" diye alaylı bir şekilde sormuş kuğu.
"Hayır. Sadece çok önemli bir sözcük söyleyeceğim."
"Önemli bir sözcük mü?"
"Galiba büyülü bir söz biliyor güvercin" demiş tavşan küçümser bir ifadeyle.
"Evet belki de büyülüdür söyleyeceğim sözcük. Siz aranızda uyum olmadığı için boşuna uğraşıyorsunuz. Alabalık tayı denize çekiyor. Kuğu yukarı doğru itiyor. Tavşansa karaya çekiyor. Yani üçünüz de farklı bir yöne doğru gücünüzü harcıyorsunuz. Tabi bu yüzden de bir sonuç alamıyorsunuz. Gücünüzü aynı yöne yöneltirseniz, küçük tay kurtulur."
Güvercin bunları söyledikten sonra "hoşçakalın" diyerek uzaklaşmış oradan.
Küçük tay gölden çıkarken dördü birden güvercinin ardından "güle güle" diye seslenmişler.
O sırada kendisini aramaya çıkan annesini fark eden küçük tay, ona doğru koşmuş ve olanları anlatmış.
Annesi yavrusunun arkadaşlarına teşekkür etmiş ve:
"Güvercinin kastettiği sözcük galiba 'uyum'du" demiş.
Tavşan tek başına küçük tayı kurtaramadığına biraz üzülmüş, ama birlikte başarmanın tadını da aldığı için:
"Sadece uyum değil büyülü sözcük. Dostluk ve uyum" diye eklemiş.
KAR TANESİ |
Bir varmış,bir yokmuş...
Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna'nın çocukları yokmuş. Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.
Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış. Bir kış günü, Daniel ve Anna'nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.
Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.
Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.
Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.
Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:
--Daniel buldum... Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.
Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:
--Hayır... Kardan bir çocuk yapalım.
Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.
İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?
Anna heyecanla kocasına seslenmiş:
--Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..
Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:
--Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..
Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını "kar tanesi" koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.
Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.
O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
!!! |
|
|
|
|
|
|
|
Öneri |
|
|
|
|
|
|
Diğer sitelerimide gezmelisin.
Melcan.tr.gg
Bernur.tr.gg
kuzencikler.tr.gg |
|
|
|
|
|
|
|
Mini Ses |
|
|
|
|
|
|
Yeni yarışma başlıyor bilgileri yan taraftan bulabilirsiniz. |
|
|
|
|
|
|
|
Haftanın minibini |
|
|
|
|
|
|
Bu haftanın minibini Tatlı bela...Nereye link yapılsın?:
|
|
|
|
|
|
|
|
Minik ek!! |
|
|
|
|
|
|
Güldüğünüzde yüzünüzde 17 kasın birden celıştığını biliyor muydunuz?Eğer bunların bir tanesi kasılmasa veya görevini yanlış yapsa gülümseyemessiniz,üstelik yüzünüz anlamsız bir ifade alırdı.Yüzünüzde mimikyapmakla görevli olan toplam 28 kas vardır.Yüz kaslarının yanı sıra vicudunuzdaki diğer kaslar da büyük bir uyum icinde calışırlar.Örneğin sadece tek bir adım atmak icin ayaklarınızda ve sırtınızda bulunan 54 kas aynı anda calışır.
|
|
|
|
Bugün 27808 ziyaretçi (66140 klik) minibin kişi buradaydı |